Choose Your Color

Tasavvuf Okulu Ders Notları

Ruh Madeni

  • 24.08.2022
  • Ali Ramazan DİNÇ
  • 512

Elhamdülillahi Rabbi’l-âlemin.

Vessalâtü vesselâmü âlâ seyyidina ve mürşidine Muhammedin ve alihî ve sahbihî ecmain.

Hadîka isimli eserde bildirildiğine göre; bazı büyükler derler ki: Sâlikler iki kısımdır:

1. Sâlik,

2. Meczub.

Sâlik, önce ilâhî tecellîleri müşâhede eder, sonra onların delâletiyle esmâyı anlar. Esmâ-i ilâhiyye ile sıfat-ı ilâhiyyeye, sıfat-ı ilâhiyye ile de Zât-ı Bârî'ye vâsıl olur. Çoğunlukla sâliklerin durumu budur. Kitap ve sünnette pek çok hitaplar bunlaradır. Örneğin: "Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde ince zekâ sahipleri için muhakkak birçok ayetler vardır"(Âli İmran/190) ayeti, bu zümreye hitap eder.

Meczub ise, evvelâ Zât’ı müşâhede eder. İsti’dâd ve liyâkatine göre kendine bazı esrar açılır, sonra sıfat-ı ilâhiyyeyi müşâhede eder, sonra esmâ-i ilâhiyyeye gelir. Daha sonra âsâr-ı ilâhiyye ile meşguliyete dalar.

Sâlikin başlayışı, meczubun başlayışının tam aksidir. Sâlikin son vardığı yere meczub daha yolun başında iken varmıştır.

Sâlikin hali, eşyayı Allah'a vâsıl olmak için müşâhede etmek, meczubun hâli ise eşyayı Allah ile beraber müşâhede etmektir.

Meczubun seyr-u sülûku mahv-u fenâ ile… Sâlikin seyr-u sülûku de sahv-u beka ile son bulur. Mahv hâli, Cenab-ı Hakk'ın dışında her şeyi yok etmek, Fenâ ise, Cenab-ı Hakk'ta kulun yok olmasıdır. Sahv hâli, her an (manen) uyanık olma hali manasına delalet ederken, Bekâ ise, kişinin varlığının her an Mevla ile birlikte devam etmesi halini ifade eder. Bunlar bir noktada karşılaşırlar. Çünkü birisi aşağıdan yukarıya, diğeri yukarıdan aşağıya gitmektir.

Meczubların seyr-u sülûku mahv-u fenâ ile son bulduğu için onlar mürşid olamazlar. Bir kimsenin mürşid olabilmesi için; sülûk edip, Hakk'a vâsıl olup fenâ fillâh makamından sonra beka-billâh makamına ermesi lazımdır ki, bu hal peygamberlerin ve onların hakiki varisleri olan kâmil mürşidlerin makamıdır. Sahv-u bekâ makamı, mahv-u fenâdan üstündür.

Nakşibendî büyüklerinin halleri de evvela sülûk, sonra cezbe-i ilâhiyye ile Hakk'a vuslat, sonra bu usul üzere insanları Hakk'a götürmeğe çalışmaktır.

Nakşibendî büyüklerinin şu sözünü ancak düşünce ve idrak sahipleri anlayabilir: "Bizim yolumuz daire gibidir. Sonu başında dürülüdür. Diğerlerinin yolu mustatildir. (Yani uzayıp giden bir yoldur.) Sonu, başından görünmez."

İbni Hacer el-Heytemî Hazretleri buyurur ki; "Nakşibendî yolu, lüzumsuz şeylerden arındırılmış tertemiz bir yoldur. Cahil sûfilerin bulanık sözlerinden tamamen uzaktır ve başkadır."

Rasulullah (S.A.V.) bir hadis-i şeriflerinde buyururlar ki:

“Herkim çarşıya girdiği zaman şöyle dua ederse, Allah onun için bir milyon sevap yazar, bir o kadar günahını mağfiret eder, derecesini yükseltir v onu tüm tehlikelerden muhafaza eder.

Allah 'tan başka hakkıyla ibâdet olunan hiçbir ilah yoktur! Ancak O vardır ve ortağı da yoktur! Mülk, Allah’ındır! Hamd da Allah’a mahsusdur! Allah, yaşatır ve öldürür! Allah, diridir, ölmez! Her türlü iyilik, Allah’ın elindedir ve Allah, her şeye gücü yetendir! (İbni Mace 2235, Tirmizi 3650, 3651, İbnu’s-Sünni 182, Hâkim 1/538)

Allâme Şeyh Aliyyü'l-Karî bu hadis-i şerifin şerhinde der ki; "Burada ecrin bu kadar fazla verilip bunca günahın mağfiret edilmesine sebep, bu zikirleri bilhassa çarşıya giderken söylemesindendir. Çünkü çarşı-pazar gaflet yerleridir. Böyle bir yerde Allah'ı unutmayıp zikreden kimse gaziler içinde mücâhid gibidir. Nakşibendî büyükleri bu hadîs-i şerifi delil göstererek şöyle buyururlar: "Kalabalık içinde kendini yalnız ve Allah ile beraber bilip bir müddet insanlardan uzlet etmek gerekir. Sûfî, insanlarla zâhiren beraber olduğu halde kalben onlardan uzak, insanlar içinde fakat yalnız, Allah'a yakın ve O'nunla beraber, kalbiyle Arş'da, kalıbıyla ferşde yani dünyadadır.

Rasûlullah'ın (S.A.V.) hallerini ve haberlerini ancak O'nun hadîs-i şeriflerini devamlı takib edenler bilirler. Rasûlullah'ın (S.A.V.) neyi nerede söylediğini bilenler, O'nun (S.A.V.) buyurduklarını daha doğru anlarlar. Bunu anlayanlar şuna kesin olarak inanmışlardır ki: Bu yol, Rasûl-i Ekrem'in (S.A.V.) bizzat kendi ümmeti için hazırladığı yolun ta kendisidir. Ashâb-ı kiram ve ehl-i sünnet bu yolda yürümüşler, bu yoldan sapanlar da bid'atlara düşmüşlerdir.

Şeyh Muhammed Murat el-Özbekî Hazretleri buyurur; “Allah'ın mahlûkatı yaratmasındaki sır ve en büyük gaye İslam’ın, imanın ve ihsanın kemâliyle, hakikate ermektir. Bu durum ise, bir kâmil mürşid ile beraberlik ile mümkündür. Nitekim tüm sûfiler bu yolla yetişmişlerdir.

Burada önemli husus şudur; Mürşidin terbiyesinden, ona en fazla sadakat gösteren kimseler nasiplenir. Bu ise salikin Allah’ın (c.c.) zatına olan muhabbeti kadardır.

Onlar, hakikate ermek için sünnet-i seniyye ile yaşarlar. Bidatleri tamamen, ruhsatları ise güçleri yettiğince terk ederler ve kendilerini daima huzurda bilirler. Gözlerini ve gönüllerini her şeyden çekerek, bütün varlıklarıyla bu yola koyulurlar. Neticede mürşidlerin halleri onlarda tecelli eder, yolun tadını alırlar. Allah'ın (c.c.) bu kopmaz ipine sımsıkı sarılanlara ne mutlu!

Bu yolun iki temeli vardır. Bunlar, Peygamber Efendimiz'in (S.A.V.) sünnetine tam sarılmak, Mürşid-i Kâmil'e muhabbettir. Kime bu iki şey verilmişse ona her şey verilmiştir. Unutulmamalıdır ki, bu hasletler zorla elde edilemez. Mevla'mızın dilediği kullarına verdiği nimetlerdir. Bu nimetlere nail olmak için İmam-ı rabbani Hazretlerinin şu nasihati calibi dikkattir; "Nakşibendî büyükleri, sünnet-i seniyyeye sağlamca yapıştılar. Azimetle amel etmeyi tercih ettiler. Sünnete sarılmak ve azimetle amel etmekte gösterdikleri ciddiyet neticesinde kendilerine bazı hal ve kerametler geldi. Onlar bunun bir nimet olduğunu bildiler fakat maksat ve gaye olarak görmediler. Hatta bunlarla meşgul olmayı kusur saydılar."

Bu mübarek yolun büyüklerinin terbiyesine, bir hak yolcusu olma niyetiyle dâhil olan bizlere düşen, muhakkak surette onlara tabi olmak ve emirlerine karşı gelmekten sakınmaktır! Öncelikle, ehlisünnet itikadını şiar edinmek, sonra ise dinin hükümleri olan (farz, vacip, sünnet mendup, helal, haram, mekruh) ilmihal bilgimizi gözden geçirmektir. En önemli husus ise, akaid ve fıkhı öğrenip amel etmemizde, maksadımız yalnızca Allah Teâlâ'nın emrini ifa olmalıdır!

Bu hususa Hadîka isimli eserde şöyle dikkat çekilmiştir; "Tarikat-ı aliyye büyüktür. Çok dikkatli olmak gerekir. Çünkü sünnet-i seniyye temeli üzerine binâ edilmiştir. Din büyükleri tarafından reddolunmuş bid'atların bu yolda yeri yoktur.

Ey baktığı şeylere ibret nazarıyla bakan kimse! Bu fakirin bu hususta ısrar edip sözü o kadar uzatmasını çok görme. Çünkü bu letâfetli yol, eşi bulunmaz bir cevherdir. Onun kıymetini ancak tadan ve Kur'an'la sünnete sımsıkı bağlı olanlar bilirler.

Bilindiği gibi, peygamberlerden sonra bu ümmetin en üstünü Hazret-i Ebû Bekir'dir 4. Bu yolun temeli, sünnet-i seniyyeye tam bağlanmak, keşfi sahih Nakşibendî büyüklerinin tavsiyelerine kulak vermek, apaçık hakikatlere dikkat etmektir. Bu yolun sonu başından görünür. Sonunun ise sonu yoktur.

Bahâuddin Nakşibend Hazretleri buyurmuştur ki: "Azim sahipleri, azimleri ölçüsünde azimetle amel ederler. Yüksek seciyeli insanlara da ilahi ikramlar ona göre gelir."

Velhasıl bu yol, yolların aslıdır. En sağlam yoldur. Gecesi bile gündüzü gibi aydınlık ve açık yoldur. Her türlü münkirin inkârından, saptırmasından korunmuş tertemiz bir yoldur. Ne kadar söz söylesek bu nurlu yolun yüksek özelliklerini saymakla bitiremeyiz.

Allah-u Teâlâ bize cennet ehlinin, cennet ehline içireceği kapla içirsin. Bu ilimlerin sırlarını öğretmekle bizleri mükerrem kılsın. Haddini bilip büyük söz söylemeyenleri, Hakkı bilip ona tabi olanları, rahmeti içine alsın. Cenab-ı Allah (c.c.) bizi dünyada iken, Efendimiz'in (S.A.V.) ve O'nun yolundan gidenlerin izinden ayırmasın. Âmin.