أعوذ بالله من الشيطان الرجيم , بسم الله الرحمن الرحيم
Elhamdülillahi Rabbi’l-âlemin.
Vessalâtü vesselâmü âlâ seyyidina ve mürşidine Muhammedin ve alihî ve sahbihî ecmain.
Tasavvufa dair kaleme alınmış eserler genel olarak, “Ey Allah’ı tanımak (mârifetullah) isteyen, bilesin ki..." ifadesi ile başlar. Allah’ı (c.c.) tanımak (mârifetullah) isteyen kişiye ise üç şeyi bilmesi tavsiye edilir.
1) "Mârifet’ül-Abdi Rabbehû (c.c.) "; (Cenâb-ı Allah'ı Tanımak),
2) "Mârifet’ül-Abdi Nebiyyehû (S.A.V.)"; (Peygamber Efendimizi Tanımak),
3) "Mârifet’ül-Abdi Dîynehû"; (Dinimizi Öğrenmek).
1) Allah Teâlâ'yı Tanımak;
Cenâb-1 Allah'ı zatı hakkında tanımak mümkün değildir. Nitekim Efendimiz "Allah'ım! Sen kendini nasıl sena ediyorsan öylesin"(et-Terğib ve't-Terhib/ II-119-120) buyurmuşlardır. Kul ancak Mevla'nın; sıfatları, fiilleri ve esması hakkında malumat sahibi olabilir. Dikkat edilmesi gereken bir diğer husus, kişi esmaların anlamlarını bilebilir fakat Rabbimizi (c.c.) tanımak için bu yeterli değildir. Hakiki anlamda tanımak, esmasını hayatımıza taşımak ve Efendimiz’in (S.A.V.) üsve-i hasene (en güzel örnek) olarak tarif ettiği şekliyle örnek alarak mümkündür.
Atâullah Iskenderî Hazretleri bu hususun ehemmiyetini şöyle ifade ederler;
"Mevla Teâlâ'yı tanıyarak yapılan az bir taât,
O'nu 9 tanımadan yapılan pek çok taâtten üstündür."
Bu hususun zihin dünyamızda daha kalıcı olması açısından şu şekilde örneklendirmek mümkündür; "Bir gemiyi çalıştırmak için tonlarca kömür madeni kullanılması gerekir. Fakat aynı cins kabul edilen fakat nitelik farkı olan az bir uranyum madeni aynı gemiyi iki defa çalıştırabilmektedir." Bu şekilde Rabbimizi (c.c.) isim, sıfat, fiilleri ile ve O'nu (c.c.) en iyi bilen Rasulullah’ın (S.A.V.) örnekliği ile öğrenmeye çalıştığımız takdirde gönül perdelerimiz açılacak, Rabbimizi (c.c.) tanıma yolunda büyük mesafeler kat etmiş olacağız.
Bu durumda biz kullara gereken; nimetin büyüğüne talip olmak ve çaba gösterip geri kalmamaktır. Nitekim Rabbimiz (c.c.) , Ayet-i Kerime'de bu hususu şöyle ifade ediyor;
" Gevşeklik göstermeyin, üzülmeyin! Eğer inanmışsanız en üstün olan sizsiniz."
(Âl- i İmrân/139)
Allah’ı (c.c.) tanımanın gerçek lezzet olduğu hususunda İbrahim Bin Ethem Hazretleri'nden nakledilen şu hadise ne kadar calip-i dikkattir; "İnsanlar bu dünyadan hiçbir tat almadan çıkıp gidiyor" buyurdukların da bu sözün muhatapları; Efendim! İnsanlar günde üç öğün (belki daha fazla), çeşitli nimetlerin tadına varıyor" sözleriyle meraklarını ifade ettiklerinde, Hazret; "Hayır, hayır! Asıl lezzet Marifetullahtır, yani Cenâb-ı Hakkı tanımaktır.” buyurdular. Bu hususu özetlemek gerekirse şu cümle kâfi gelmektedir;
Tadan anlar, tatmayan ne anlar...
2) Peygamber Efendimizi Tanımak;
Âdem (as) cennetten dünyaya gönderildiğinde; “Ya Rabbi! Muhammed (S.A.V.) hürmetine beni affet’ diye dua etti.
Allah Teâlâ ise, (ne cevap vereceğini bildiği hâlde, cevabını diğer insanların duyması için) "Ey Adem, onu henüz yaratmadım. Nereden bildin?" buyurdu. Âdem(as) ise cevaben; Arşta, -Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resulullah- yazılı olduğunu gördüm. “Anladım ki, şerefli isminin yanına, ancak en çok sevdiğinin, en şerefli olanın ismini layık görürsün" dedi.
Allah Teâlâ buyurdu ki: "Ey Âdem, doğru söyledin. O, bana insanların en sevgilisidir. Onun hürmetine dua ettiğin için seni affettim. Eğer Muhammed (S.A.V.) olmasaydı, seni yaratmazdım.” (Taberanî)
“Âyinedir bu âlem, her şey Hak ile kaim Mir'at-ı Muhammed'den Allah görünür daim.”
Cahiliye döneminde hiçbir şey bilmeyen kimseler, kelime şehadetle hidayete erince, Rabbimiz 'in nurunu Efendimiz’den (S.A.V.) müşahede ettiler. Günümüzde de bu gerçek değişmemiştir.
O’nunla (S.A.V.) olan münasebetimiz, O'na (S.A.V.) olan ilgimiz, Rabbimizi (c.c.) tanımaya vasıta ve vesiledir. Bu makama ermek için bizler, günde beş vakit yaptığımız ezan duasında, vesileyi istiyoruz. Bu sebeple geçmiş ulemamız “En büyük vesile-i necât” diye ifade ederler Peygamber Efendimiz’ i (S.A.V.) • • •
Velhasıl, tasavvuf yolunun temeli, Efendimiz’in (S.A.V.) sünnetine riayettir.
3) Dinimizi Öğrenmek;
Tasavvuf büyüklerinin itikadı, ehl-i sünnet ve’l-cemaat itikadıdır. Yani, Peygamberimizin (S.A.V.) sünnetine tabi olanların inancıdır. Bizim bu yolu takip etmemiz, ancak Efendimiz'in (S.A.V.) tatbik ettiği pür- i pak şeriate sımsıkı sarılmakla mümkündür. İbadetlerimizde; ilim, amel, niyet, ihlâs ve edep hususuna aynı anda riayet etmek oldukça önemlidir.
Bu hususu yolumuzun müceddidi İmam Rabbani hazretleri, "Âdabdan bir edebi dahi muhafaza etmek, mekruhlardan -tenzihi bile olsa- bir mekruhu terk etmek; zikirden, tefekkürden, murakabe ve teveccühten çok daha efdaldir.” şeklinde ifade ederler.
Şeriatın ahkâmına riayet ve uygulanmasında ki edep, tasavvuf yolunda nur üstüne nurdur. İbadet ve ubudiyetimizi, kitaplardaki satırlardan öğrendiğimiz üzere ifa deriz. Ancak ibadetlerdeki manevi hakikati ancak bizleri nur- u ilahi ile irşad eden Hak Dostlarının Sadırlardan öğrenebiliriz. Hak dostlarının büyüklerinden Abdulkadir Geylâni Hazretleri bu hakikati ne güzel ifade ederler;
"Kişi ibadet ve taâtlerini adet kabilinden yapmamalı!"
Kulluğumuzun ispatı olan ibadetleri gereği gibi gerçekleştirebilmek; niyet, ihlâs ve edep şartlarına bağlıdır. İhlâssız gerçekleştirilen kulluk amacına ulaşamayacaktır. Kulun ibadet ve ubudiyetinde şu itirafta bulunması elzemdir;
“O (c.c.) , benim Rabbim, ben ise O'nun (c.c.) aciz bir kuluyum.”
Bu yolda insanın aşk ve muhabbet sahibi olması, asıl maksatlardan olmayıp, ubudiyet makamına vasıl olmak için bir vesiledir.
Mürşid-i Kâmilimiz Hacı Hasan Efendi Hazretleri; "Yol nedir? Bu yolda elde ettiğimiz nedir?" gibi akla çok gelen sorulara cevap niteliğinde bizleri şöyle tembih etmektedir;
"Bu yol MUHABBET yoludur, Muhabbet ise rabıta ve edep ile elde edilir.
Edebin anahtarı ise Efendimiz ’in (S.A.V.) sünnetine riayettir"
Bilinmesi gereken en önemli husus; Tasavvufun temeli, Şeriattır. Bu sebeple muhabbet ve zevkin ölçüsü, şeriate muhalefet etmemektir. Bu hakikat anlaşılmadığı sürece, kişinin; "makam geçtik, mertebe geçtik" gibi iddiaları kayda değer değildir.
Bu hususta, Muhammed Nuri Hazretleri "Şeriat ’ten parmak kadar ayrılan, tarikattan doğu-batı arası kadar ayrılırsözleri ile şeriatsız bir tarikat anlayışının olmayacağını ifade etmektedirler.
İnsanın aşk ve muhabbet sahibi olması için mâsivâdan, yani Allah'dan (c.c.) başka her şeyden alakasını kesmesi şarttır. Mâsivâ, büyük bir bağdır. Bu sebeple kişi mâsivâdan geçmedikçe Allah’a (c.c.) gerçekten kul olduğu iddiasında bulunamaz. Ancak, yaratılış itibarı ile insan tabiatında Rabbine (c.c.) karşı bir muhabbet vardır. Bu güzel vasfın tecellisi için kula gereken kalbini yersiz alakalardan uzak tutmasıdır. Ancak bu, kolaylıkla sahip olunacak bir meziyet değildir. Bu yolun önderi olan Selef- i Sâlihin bu hususta çok gayret göstermişlerdir.